30.10.2008

selçuk gazinin doğduğu yere gidiyorum

Ahlat, Bitlisin bi ilçesi. youtube dan izlediğim video, parlayan harflerin yataydan tek tek düşerek yazdığı best production yazısından sonra gölün üstüne güneş doğar. sesi bas bariton perdelerinde demlenen bi amcanın her harfi içtiği bi ahlat gelir. kümbetlerin,oyularak yapılmış urartuların taş kalıntılarının aralarında açan sarı çiçekler kameraya takılır. gölde yapılan yelkenli yarışlarından bana düşen buruk gülümseme dudaklarımda donakalır. dünden bugüne gelmiş ve tabiiki geçmiş zamana dokunmuş kişilerin isimleri dizilir . ben o ipi alır, boynuma takarım. gözlerimde biriken yaşların arkasından ekrana merakla bakan sevgilimi sevgiyle izlerim. sonra yanındaki kardeşimi özlerim. heveslerime karışan hüznümü gizlerim. bir boyna dolarım kollarımı,sıcacık olurum. hayat daha neler getirecekmiş, beklerim.

24.10.2008

YUH ARTIK!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!! blogspota giriş engellenmiştir

bu nasıl bir saçmalıktır. neden sebep alınmış bir karardır. o kadar porno sitesi, haritamızı açıktan bölmeye cesaret eden şahısların aleni vatan hainliği akan siteleri dururken, ben yaşadıklarımı belki sadece kendim için yazdığım bi siteye giremiyorum. neyi kontrol altına almaya çalışıyorlar.insanlarrın hissetmesini mi, hissettiklerini anlatmasını mı???? bu ne demek....su an sinirden yazamıyorum bile.tebrikler, böyle devam edin. sonunda başaracaksınız.............................

www.vtunnel.com DAN GİRİŞ YAPABİLİRSİNİZ, SAYGILAR...

23.10.2008

mecburi hizmeti beklerken

hayat sürprizlerle doluymuş. elini bi torbaya sokup avcunun içinde sıkışan kağıtta yazan kadere boyun eğecekmiş papatya. boynu bukuk değilmiş ama. başı yukarda, onu bekleyen tüm zorluklara kucaklamak için kollarını açmış bekliyormuş. her zorluğun altında saklanmış güzellikleri bulmak için heyecanlıymış. ülkenin en karmaşık en tehlikeli dedikleri herkesin kaçtığı kadroları tam takır vilayetlerine dikmiş gözünü. allahım diyormuş, neden olmasın.. oradaki insanların da ihtiyacı var.gitsem..belki bi faydam olur..vatan değil mi..korkmak olur mu...dua ediyormuş içinden ve biliyormuş ki nereye gitse yanında O olacak, hiç yalnız kalmayacak. en büyük hayallerinden biri gerçek olacak. uzaklarda, yokluklar diyarına umut götürecek. elinden geldiğince. bi çocukluk hayaliyken bu. şimdi geleceğiymiş.

17.10.2008

adanada olağan bi gün

yarın istemeye gelecekler. nişan takılacak. kuaföre sabah giderler. bugün de ayakkabı almaya gidecek çocuklar....
iki yakın arkadaş, hep benzetilen. kardeş sanılan iki yakın dost. aynı çocukluğu aynı gençliği yaşamış. aynı eğitimin çilesini çekmiş iki genç doktor. hayata yeni atılan...
damla,yarın nişanlanacaktı. ben evlenmicem diye ayağını yere vuran çocuk halleri geldi münevverin aklına. canı kadar sevdiği arkadaşının gözlerine baktı, yüreği sımsıcak bi anne şefkatiyle doldu. biraz hüzün bulaşmış kocaman bi gülümsemeyle saçlarını okşadı damlanın.
damla geldiğinde münevver bilgisayarın başında açıklanacak kadroları bekliyordu. mecburi hizmet kurasına girecek, türkiyenin kimbiliir neresine gidecekti. damlaysa uzmanlık sınavından güzel bi puan almış, tercihlerini -izmir ağırlıklı- egeden yana kullanmıştı.

akdenizin tuzundan uzakta yaşıyamazsın sen dedi münevver gülümseyerek arkadaşına.

hiç ankara yazmıcak mısın?
ankara yazsam da gelmez, hem zaten hiç sevmiyorum ben bu şehri. bunu konuştuklarında ankarada bahçelievlerin dar sokaklarında yürüyorlardı. aylardan ağustos olmasına rağmen hava serinceydi.

evet bu kadar terleyemiceem için cidden çok üzülüyorum dedi damla. iki arkadaş birbirlerine bakıp güldüler .aylardan ekim olmasına karşın hala çok sıcak olan ortaokuldan beri yürüdükleri otobüs yolunda kol kola girip arada bir terleyen kollarını üfeyerek.

damlaya ayakkabı, münevvere adliyeden temiz kağıdı almaya gidiyolardı. hayatlarının her dönemecinde diğerinin izi mutlaka vardı. şimdiki gibi.

işlerini halledip bi kafeye oturdular. gazipaşa diye bilinen işlek caddenin bitiminde başka bi ana caddeyle bağlantı noktasında, tam köşede, ağaçların arasında. aslında çok eski bi büfenin ki kendisi şehrin ismiyle beraber anılır, yola koydukları bi kaç plastik ama geniş ve rahat masa ve sandalyeden ibaret bu küçük ve sevimli yerde sohbete daldılar. evlilik, mesleğe başlama heyecanı gibi ciddi mevzuların eşiğinde olduklarını unutup herzamanki lise talebesi hallerine bürünmüşlerdi. yan taraftaki fotoğrafçının astığı komik gelin damat fotoğraflarına bakıp yorumlar yapıp kahkahalar atarken korkuyla arkalarını döndüler. tuhaf sesler ve çığlıklar gelen kafenin içine baktılar. anlaşılan birileri kavga ediyordu. fakat sürekli bi gürültü ve ses olmasına rağmen hiç bi şey anlaşılamıoydu. sonra kavga eden muhtemelen lise üniformalı kızlı erkekli bi genç grubun -tamamının- dilsiz olduğunu farkettiler. işaret diliyle kavga ediyolardı. birbirlerine vurmak için durdukları tek an heralde dilsiz küfürler savrulan anlardı. dilsiz alfabesinde de küfür varmıymış diye düşündü münevver elindeki portakal suyunu masaya bırakırken. ortalık biraz sakinleşip tekrar her masa kendi dünyasına dönmüştü ki, iki bina yandan yeniden sesler yükselmeye başladı. kafeden çıkıp gittiklerini sandıkları grup meğer hala ordaymış. ve her neden se kavgaya iştirak edenlerin sayısı bi hayli artmış. kalabalıktan biri okkalı bi küfür savurdu. bunu büfeden elinde dev bir bıçakla dışarı fırlayan bi genç izledi.ortalık karışmıştı. masalar itiliyor, biri sandalyeyi almış bi başkasını sırtına vuruyordu. damla elinde telefon,155i ararken bıçaklı gence doğru bağırmaya başladı. noluyo ya,hemen bıçağa sarılmalar falan. her zaman deli cesareti yüzünden kızılan münevver bu sefer korkudan kısılmış bir sesle damlayı kolundan çekiştiriyordu. sus damla manyak mısın? hadi gidelim burdan. içtikleri portakal suyun parasını ödemek için döndüğü gencin elindeki bıçağı görünce şaşkınlığı iyice artan münevver elindeki parayı tezgaha bırakıp damlayı kolundan tutup çekiştirmeye başladı. hadi damla gidelim burdan nolur. tam o sırada gelen polis bezgin bi yüz ifadesiyle araban indi. damla bağırıyodu hadi çabuk olsanıza elinde bıçak var.dalga geçtikleri fotoğrafçı vitrinini dönüp olan biteni arkalarında bırakmak için hızlı adımlarla yürdüler. bi süre olayın kritğini yapıp, daha bi kaç hafta önce damlanın sağlık ocağında yaşadığı silahlı kavgayı konuştular. damlanın alışıyosun bi süre sonra dediği anda münevver aniden durdu. ben boya alıcam diyerek yanlarında duran kocaman kitapçıya daldı.2 yeni renk seçip dolanmaya başladılar. münevverin dikkatini bi rafta duran tuhaf bi paket çekti. damla o ne be öyle helva gibi dedi. elinde tuttuğunu oyun hamuru olduğunu anlayan münevver yaa helva canım dedi. damla hala nolduğunu anlamadığını söyleyince münevver her zamnki gıcık alaycı yüz ifadesini takıp bilmiş bi ses tonuyla un dedi. un.
sonra rafların arasından yeni bi kahkaha balonu patladı. güldükleri yapılan bu iğrenç espri değildi. güldükleri bunun espri olmamasıydı. damlanın helvasıyla dalga geçmek için ağzından çıkacak oyun hamurunun yerine un demesiydi. üstelik bunu farketmemişti. yıllardır birbirlerini tanıyan iki dostun olanı anlamaları için konuşmalarına gerek kalmamıştı. kasaya doğru yönlendiler.
damla _acaba kasada kredi kartı geçer mi?
münevver_hayır fiş geçer...
bu diyaloğun üzerine damla münevverin az önceki olaydan sonra ayarının bozulduğunu söyleyip kitapçıdan çıkardı. ertesi gün buluşmak üzere kararlaştırıp hastaneler dolmusuna bindiler.

15.10.2008

mola

kaptan 3 saattir dönen tekerlekler biraz dinlensin diye otobüsü aksarayda durdurdu. pufflayan kapılardan içeri doluşan soğuk sayılacak bir havaya, sarındığı kırmızı şalla cevap verdi genç kız. yıllardır kimbilir kaçıncı bu diyerek itti teksas işi tuvalet kapısını.hızla geri gelen kapıya deymemek için aceleyle içeri girdi. arkasında fizik kurallarına tabi sallanan kapıyı bırakıp adeti olduğu üzre sağ baştan üçüncü tuvalete girdi. neden ellerini kurulayacak kağıt havlu koymazlarsa diye söylenerek çuval gibi çantanın içinden bozukluk aranmaya başladı. buyrun diyerek uzattı 75 kuruşu. acaba artık beni tanıyolar mıdır diye düşündü. sonra kısık sesle tekrarladı..kimbilir kaçıncı bu...


ne kadar kaliteli de olsa sevmiyordu yol üstü lokantalarını. belki de yolculuktandı. şehir içinde bile arabada midesi bulanırdı çocukken. markete girip tuzlu kraker arandı.bu da yolculukta edindiği bi çocukluk alışkanlığıydı. annesi midesi bulanmasın diye su dolu plastik bardağa iki damla sarı bi ilaç damlatırdı,tadı hala aklında. genelde kesmez, bulanmaya başlayınca ye bastırır diye uzatırdı kırmızı parlak paketi. severdi paketin arkasında elinde yuvarlak krakerini yiyen beyaz çizgi çocuğu izlemeyi. bi türlü karar verememişti,o yediği kraker mi yoksa eli mi?
bi paket çubuk kraker bi tane çilekli gofret 3 lira.
buyrun, diye uzattı parayı. soğuğa rağmen dışardaki yuvarlak masalara yöneldi. bi sandalye çekip oturdu.
çay alabilir miyim?
tabi abla.
etrafını izlemeye koyuldu. tam karşısındaki masaya oturmuş yalnız bir kadın, telefonla konusuyordu. sadece iki otobüs olduğu için dinlenme tesisinin mevcudu epey azdı. arkasındaki masada yaşlı bi amca gür bi sesle öğütler yağdırıyordu. merakından başını çevirdi. uzun saçlı arkası dönük gençce bi adama bakarak konusuodu amca.
ee hayat yeni başlıyo daha sizin için. bu zamana kadar okul,askerlik falan. asıl bundan sonrası zor.evlenirsin, sorumluluk.... daha fazlasını duymadı çayından bi yudum alıp krakerini yemeye başladı. yine önce tuzlarını kopardı. 2 yaşında karaker yemeğe başladığını düşünürse,23 yıldır yaptığı gibi. dinlenme tesisinin büyükçe bi restorantı vardı. masasının komşu olduğu camlı bölmeyle bahçeden ayrılıyordu. bahçede iki sıra yuvarlak masa ,yan yana dizili otobüsleri görecek şekilde yerleştirilmiş sağ tarafında fastfoodçu,önünde şekerli sucuk, helva tulum peyniri gibi yöresel yiyecekler satan küçük bi büfe ve oturduğu yerin sağına düşen 3 tane oyun makinasıyla 2 tane masaj koltuğu. gözleri bildik bir sırayla çizdiği teğeti aniden durdurup geri aldı. oyun makinası mı?? evet, bozuk parayla çalışan içinden oyuncak ayı falan çıkan bildiğiniz oyun makinası. ya daha önce görmemişti ya da yeni koymuşları. hangi insan 3-5 saat yol gittikten sora işemek karnını doyurmak gibi bu kadar temel ihtiyaçların arasında ah bi de tavşanım olsun der de bu makinanın başına geçer ki dedi,gözleri çay bardağında damlayan çayı takip ederken.damlanın düştüğü yerde bi çift siyah spor ayakkabı.biraz yukarda mavi kot geçirilmiş iki erkek bacağı daha yukarda siyah montlu geniş omuzlar ve sağ omuzun nihayetlendiği büyük elin içinde sıkıca kavranmış biraz ileri biraz sağa.. döndürülen minicik bi kol. oyun makinasının yönlendirme kolu. ve peşine düşülmüş minik pembe bir ayı. gülmemek için dudaklarını içine çekti.
çay ne kadar?
75 kuruş
üstü kalsın
saol abla
acaba beni hatırladı mı?
aklında tuttuğu son üç rakamı plakalar arasında bulup doğru otobüse yöneldi. koltuğunu bulup yerleşti. yola çıkmadan erkek arkadaşının seçtiği kitabı kaldığı yerden okumaya başladı. aklında uçuşan bir düşünce ordusuna otobüsün tıngırtısına ve karanlığa yenik düşen gözleri kapandı. kırmızı şalına sarılıp karanlığa daldı. omuzuna dokunan hafif ele doğru başını çevirdi. muavin, istersen arkaya geç de ayaklarını uzat yat, diyordu. aklına babasının elinde tv kumandası daldığı cuma gecesi uykularına, hadi kızım yatağına geç diye attığı çentikler geldi. yüzüne açan kocaman gülümsemeyle beraber çok teşekkür ederim rahat burası dedi.gözleri bulutların arasındaki aya takıldı. ne kadar ürpertici ve de güzel...uykuya daldı.

8.10.2008

sevgili günlük,ankaraya gidiyorum

artık bööle. blog diil, günlük..

bugün ankaraya gidiyorum.uzun zamandır otobüse binmemiştim. bu kez otobüs yolculuğu yapmak istiyorum dedim. uçak biletini erteletip vefakar otobüsümün puflayan koltuklarına gömülüp altı saat tıngırdayarak gidicem ankaraya.

ne zaman geliosun?? diyen tüm arkadaşlarım sevindiler. hemen buluşma tarihi ayarlandı. ben de sanki uzak diyarlardan akrabalarını görmeye giden biri gibi hissettim kendimi. kolay diil, 6 sene onlar benim ailemdi.

bi yandan tus telaşı(gerçi benim için telaşlanacak bi durum yok:), atamalar,işe başlama heyecanı, korkusu,dağılmanın hüznü falan filan... yani karışık. çok karışık günlük. ve anlatıcak konusacak çok sey var. özledim dostlarımı...

3.10.2008

aşkın affettikleri

bi gün yolda yürürsünüz. her günkü gibi. güneş gözünüzü alır,kısarsınız. yürümeye devam edersiniz. dilediğiniz gibi atarsınız adımlarınızı. ister kaldırımdan yürürsünüz ister çimenlere basarsınız. arabaların önüne atlayıp hayata dur demek elinzdedir. ama bunu seçmeyiz. di mi?

bi gün mesela adınızın adınız olmadığını öğrenmek gibi. ya da evlatlık olduğunuzu öğrenmek gibi. ya da sıkı bir karyotip incelemesiyle aslında erkek olduğunuz öğrenmek gibi.

ah evet,kafam iyi. tek haplık sarhoşluk. denemeye değer.

2.10.2008

külkedisi

çok masal dinledim büyürken. ama sindrellayı ilk nerde duyduğumu hatırlamıyorum. ama küller arasında gerçek bi kedi zannettiğimin prenses çıkmasından ve sindrella yı farklı bi masal zannettiğimden, hayal dünyama, iki düş kırıklığıyla beraber teşrif etmişti. e bi masaldı hepi topu.

nerden çıktı diceksiniz. bu yazıyı okurken şimdi belki blog sayfama yazdığım en çıplak ve zavallı halimi göreceksiniz. saat itibariyle uykuya meyil değil efendim. aksine gecenin 11'iyle kan ter içinde bir yürüyüş ne kadar uyumsuz duruyorsa o yürüyüş esnasında aklıma bu masalın gelmesi de o kadar absürt. ama yaşadığım şey daha da absürt.

neyse konuya gireyim artık.

ben,sevgili okuyucu şayet tanıdık bir isimsen bilirsin, babasının nazlı kızı, baba aşığı falan filan. mutluluğu ortalama tutturmuş bi ailesi olan. bazen durup dururken alınan pek değerli müceherlerle ya da sen istemeden, eline anahtarları tutuşturulan son model arabayla fazlasıyla şımartılan..her istediği yapılan-genelde-..maddi sıkıntı çekmeyen, sevgisiz bırakılmayan, eğlenceli bi hayat yaşamış,çok mutlu -olması gereken- bi kızım.

benim mükemmel bi ailem var.

ve sevgili okuyucu (hala da tereddüt içindeyim bu yazının devamını yazıp yazmamakta.) sindrella masalı gibi durmuyo mu?

bugünden bahsedeyim sana biraz da. bugün annemle konuşma girişimimşin 2sinin de sonuçsuz kalması dolayısıyla saat 2 den beri odamdan çıkmadığım, evde çalan telefonlar olmasa kimseyle konuşmadığım,herhangi bi öğün yemek yemeyip,acıktıkça odada bi şeyler atıstırdığım (evde yemek hazırlanıp yendi mi haberim yok) akşam babamın eve gelip, yan odaya girip çıkıp aralık kapımdan başını sokmaya bile zahmet etmediği benle konusmadığı, geldiğini mutfağa su almaya gittiğimde salonun kapısından gördüğüm ve gördüğüm hep beraber oturup televizyon izleyen üç kişilik mutlu aile tablosunun üzerine kendimi odama kapatıp, yürüyüş bandına çıkıp deli gibi koştuğum bi gündü.

sebep?
dün hep beraber yemek yerken yapılan gereksiz bi tartışmaya benim müdahale etmem. ağlama üzere olan kuzenimi koruyacağım diye bütün gün ağlamama neden olan bi tartışmaya babamla girmem. haksız değildim. ama karşınızdaki baba ounca haklı olup olmamanız bi şey ifade etmiyor.

babaya cevap verilmez!!!

25 yaşımdayım.

konuya tekrar dönelim, masalla alakası aslında şimdi başlıyor. ben dün babamla konuşup-özür dileyip-bi daha cidden onunla tartışmicama söz verip -en azından başkalarının önünde- düzeltmiştim. ama sevgili annem bana çok kızgın olduğu için benimle konuşmuyomuş.
babam da beni affetmiş miymiş. ben öle sanıyımmış
benim dün sölediklerim yetmiş de artmış. herşey bitmiş
insan görmek istemediği zaman kör olurmuş (bugün ilk konuşma denememde,nie bana bakmıyosun dediğimde aldığım cevap-annemden-)

biliyo musun, ben hep güçlü göründüm, herkes beni hep mutlu sandı. evet mutluyum. güzel bi çocukluk geçirdim evet. sevilen,şımartılan,hiç bi şeyi eksik edilmeyen.

ama biliyo musun,annemin bana küsüp beni yemeğe bile çağırmadığı, kardeşimle babamın da bi süre sonra onun gibi davranmaya başladığı, durup durup anlamsız yere evlatlıktan reddedildiğim, 3 hafta küsüp de yüzüme bakılmadığı, önüme serilen sınırsız olanakların bi saniyede değişip evin küçük çapta bi hapisaneye dönüştüğü, konuşmadığım,yanlarında duramadığım, ağlamadığım bile bi dönem geçirdim ben. ortaokul son sınıflarıyla fakülte arasına sıkıştırılmış. ankaraya gittiğimden beri eğer 15 günden uzun süren bi tatil değilse her şey güzel, daha sonra yine aynı anlamsız kavgalar gerginlikler.

evet fevriyim. bana haksız yere bi şey söylenmişse sonunda başıma gelecekleri bile bile cevap veriyorum.ama hiç bi zaman saygısızlık yaptığımı düşünmüyorum.

bizim ailede herkes fevri. hiçbi şey yokken babam ortalığı kırıp geçirebilir ve annem de. sonra annem sanki çocuğummuş gibi bana şımarır akranımmış gibi benle konusur babam da öyle. bir sürü anne ve baba modelim var. ve bir sürü ben varım. benimle arkadaş modunda konusur dururken annem mesela ben bi şey diyorum birden anneyle nasıl konusuyor oluyorum saygısız oluyorum. çok uzattım farkındayım. ama çok mutsuzum. külkedisi olduğum günler geldi aklımaişte. hasta olup annemin odama hiç girmediği günler, bana düşmanıymışım gibi davrandığı,arkadaşlarımdan bile nefret ettiği zavallı günleri geldi. evet onun için de zor günlerdi ama ben fazlasıyla ceremesini çektim.

bu kadar uzun bi yazıyı kimse okumaz. çoktan sıkılıp bırakmışlardır blog,artık daha rahat yazıyorum. böyle işte. ben hayatta kimseye güvenmemem gerektiğini ve kimseden bi şey istemem gerektiğini evimde öğrenmiştim. unutturuyolar. sonra yeniden hatırlatıyolar. ya sürekli tetikte olmalı ya da bilmiyorum. napıcamı bilmiyorum.çok üzgünüm.

1.10.2008

QSS

odamın duvarında bir tablo
kim asmış bilmediğim
her gün gözlerimle dokunup da geçtiğim
bugün dur dedi
sol köşesindeki sessiz orman
kara yeşil-mavi orman
dur burda, biraz soluklan.
gözlerimin ayakları dolandı, nefesi kesildi.
önce güneşin renk serpiştirdiği üst yapraklarına baktım ağaçların
yavaş yavaş aşağı kaydıgözbebeklerim
büyüdüler
onlar büyüdükçe renkler karardı
renkler çözüldü birbiri içinde mavi yeşili yuttu
kara bir türkü başladı
tam çerçevenin sol köşesinden 10 cm yukarıda
bir boşluk
çizgiden yoksun
salt renk
temaşa
yeşilin maviden farkı olmadığı bi anda
bir adım attım
ezdiğim yapraklar acıyla kıvrandı,hissettim
bir adım daha
giderek uzaklaştık gün ışığından
ormanın kendi dünyasına daldık göz bebeklerimle
serin solunmamış bakir bir hava nazlandı girmek için burun deliklerime
yavaaaşça içime çektim
bir adım daha
kaçıncı saymadım,adımı,unutacak kadar çok
geri dönüşün mümkün olmadığını bilerek ve ürpererek daha da ileriye
tuhaf bir zevkle
sonsuzluğa yürüdüğümü hissedip
korktuğumu hissettim
hissettikçe soyundum
ayaklarımın yalınına batan dikenler
çıplak kollarıma değen uçarılar
korkumu benden aldılar
onlardan olduğumu hissettim
bir yaprak
belki toprak
ya da sadece uçan at sineği
rahatladım
yapraklar örttü beni
tıpkı bi hayvan gibi gizlendim
cemiyet hayatının zorla diktiği sırt sopamı çıkarıp attım
kamburumu çıkarıp yanıma bacaklarımı daha da açarakyürüdüm
üşüdüm
uzayan kıllarıma dokunmadım
ısındım
çatal bıçak tabak bardak zahmetlerinden arınmış bir lezzetle doyurdum karnımı
midem mutlu oldu
midem!! onla konustum
milimetrik tel örgülü hapisane uykularıma yabancı
sinekleri yorgan yapıp bir kunduzun karnına başımı koyup uyudum
artık ben olmadım
kız olmadım, abla olmadım, doktor olmadım, sevgili olmadım,dost olmadım
kimse oldum
kimsesizliğime büründüm
sonsuz oldum
herşey oldum
yok oldum